Praralala

“Kimse hiçbir şeyin farkında değil. Önemli de değil burada farkında olmaya gerek yok zira burası beşer yuvası değil. İnsani kaygılarından ayrılmış olanlar burayı fark eder. Fark ettikleri son şey Praralala olur. Sonrası ilahi.”

“Niye koşturuyorsun abi yetişemiyorum sana”

Dedi. Nefesimi toparlayıp cevap veremedim ama hala koşmam gerektiğini hissediyorum çünkü zamanında yetişemezsem birden ortadan kaybolacak gibi geliyor.

 

“Burada….”

 

Dedim ama hala nefesimi düzenleyemediğim için kesildim.

 

” Buralarda bir yerde olması lazım ama bulamıyorum.”

 

Arkama baktım büyük bir caminin büyük iki minaresini gördüm. Çıktığım yokuşun sonunda yatay uzanan bir cadde caddenin karşısında kaldırımın üzerinde bir anıt vardı. Caddeden araçlar hızla geçiyordu. Takmadım onları. Koşarak karşıya geçtim anıta baktım.

 

“Bu anıtın etrafındaki sokakların birinde ama hepsini gezdim. Bulamıyorum”

 

İsmail anlamsızca yüzüme baktı. Ne aradığımı bilmiyordu. Aslında ben de ne aradığımın farkında değilim. Lakin aradığım şeyi bulduğumda anlayacağım. En azından anlayacağımı ummaya başladım çünkü bölgeyi tamamen gezmeme rağmen hala bulabilmiş değilim.

Anıtın sadece ayakları dizlerine kadar ortalama bir metre seksen santim kadar vardı devamında yukarı doğru kafasına kadar dikdörtgen bicimde tas blok yani gövde yok. Tas bloğun üzerinde de anıtın kafası. Anıt kime ait bilmiyorum ama kafasında sarık olduğunu görebiliyorum. Caddeye anıtı dikilmiş bu amcanın sarığı boynunun altından şakağına kavuşturulmuştu. Kemikli büyük bir burnu vardı. Elmacık kemikleri belirgindi.

 

“Her seferinde böyle oluyor! Bu anıta kadar hatırlıyorum devamı hep belirsiz”

 

İsmail içindeki soru bombasını tutamadı.

 

“Ne arıyoruz abi söylesene ben de bakınayım”

 

“Kapısında tasa oyulmuş Praralala yazısı olan bahçeli bir bina arıyoruz”

 

“Ne var ki o binada?”

 

“Bilmiyorum ama merak ediyorum”

 

Anıtın arkasına doğru gözümü diktim. Bir kilise çanı gördüm. Çan o an çalınmaya başladı. Kilise gözüme tanıdık geldi oraya doğru yöneldim. Birkaç sokak ötede gözüküyor çok uzak olmasa gerek diye düşündüm. Hızlıca yürümeye başladım.

 

“Simdi nereye abi”

 

Dedi İsmail.

“Su kilise yabancı gelmiyor bir de oralara bakalım.”

 

” Abi doğru yerde olduğumuza emin misin? Her kilise birbirine benzer biraz. Karıştırıyor olmayasın.”

 

Cevap vermedim ama bakışımdan devam etmesi gerektiğini anladı. İnce bedeni bana yetişemiyordu. Yine de durmadan devam etmem gerektiğini düşünüyordum. Geç kalsam bulamayacaktım.

 

İsmail arkamda, birbiri ardına yokuşları hızlıca çıktık. Kilisenin kapısına ulaştık. İkimiz de nefes nefeseyiz.

 

Durdum. Kilisenin girişine baktım. Hatırlıyorum.

 

“Kesin buralarda bir yerde”

 

İsmail cevap vermedi.

 

“Sen burada bekle ben bir etrafa bakayım”

 

“Tamam”

 

Aşağı doğru koştum. Sokağın sonunda küçük bir alanda çocuk parkı vardı. Sapsarı saçları olan bir kızcağız tek başına salıncakta sallanıyordu. Etrafıma baktım. İsmail’in yanına dönerken sokağın iki tarafındaki binaların kapılarını kontrol ettim. İsmail’in yanına ulaştığımda artik bezmeye başladığımı hissediyordum.

 

“Sokaktaki binaların hepsine baktım burada da yok.”

 

Uzaklarda kalan o iki minareli camiden ezan sesi yükseldi.

 

“Camiye doğru devam edelim”

 

İsmail’in kızdığı yüzünden anlaşılıyordu.

 

“Az evvel oradaydık ya”

 

“Caminin yanına gitmedik ama belki oralardadır”

 

İsmail başını eğdi.

Yola koyulduk tekrar.

 

“Kaybolmamamız lazım yine o anıtı bulalım”

 

“Şuan bile kaybolduk abi bulamıyoruz iste. Boş ver otele dönelim yarın tekrar ararız”

 

“Olmaz! Bir daha hiç bulamayabiliriz”

 

“Niye bu kadar ısrar ediyorsun anlamıyorum. Yoksa yoktur. Sürekli aramaya devam etmek bir şeyi değiştirmeyecek”

 

“Yorulduysan sen otele don ben ararım”

 

O anda İsmail’in yüzünde şaşkınlık, hayal kırıklığı, kızgınlık ve üzüntüyü ayni anda okudum. Söylememem gereken bir şey söylemişim gibi hissettim.

 

“Yanlış anladın öyle demek istemedim!”

 

İsmail arkasına donup bakmadı bile. Kırılmıştı. Bu kadar manevi bir arayış içindeyken birini kırmak, en yakınımdaki insani kırma fikri, hoşuma gitmedi. Yorgunluğun ve gerginliğin etkisiyle derin bir of çektim. Havada gezinen kömür kırıntılarını ciğerlerimde hissettim.

Kaldırıma oturdum önce. İçinde olduğum duruma anlam veremedim. Ardından birden ayaklanıp koşmaya başladım İsmail’e yetişme umuduyla. Boşa kürek çekiyorum. Çoktan otele varmış iç çekmeye başlamıştır bile. Bari aramaya devam edeyim diye bir düşünce geçti beynimden bir saniye. Tersi yönde koşmaya başladım. Koşmaya başladığım andan itibaren kafamdaki tüm düşünceler bir sis perdesinin ufukta yok olusu gibi yok oldu. Koşarken etrafıma bakmaya devam ettim. Praralala’yı bulursam belki İsmail’le barışırız.

 

Anıtla kilise arasındaki mesafe kısa sürdü. Karşıya geçmeden evvel ellerimi dizlerime bastırdım, bir sure soluklandım. Doğrulup koşar adim karşıya geçtim caddeden. Karşıya geçince de koşmayı sürdürdüm. Camiye yaklaştıkça cemaate namaz kıldıran imamın mikrofona bağırdığı dua sesi de yaklaştı.

 

“Allahu-ekber”

 

Tempoyu arttırdım. Fazla arttırmış olacağım ki insanlar garipser gibi beni izledi yanlarından geçerken.

 

“Semiallahü limen hamideh”

 

Ciğerlerim artik göğsüme sığmıyordu. Resmen bir beden büyüdüm. Sokağı dönünce solda caminin kapısını gördüm.

 

“Allahu-ekber”

 

İnsanlara çarpa çarpa yola devam ettim lakin koşmayı bırakmıştım. Adrenalin etkisiyle gözlerim karardı. Başım donuyor, adeta kafamı iki taraftan sıkıyorlardı.

 

“Allahu-ekber”

 

Caminin önündeyim. Demir sürgülü kapıya sağ elimi koyup kafamı koluma yasladım kendime gelmeliyim zamanım az.

 

“Allahu-ekber”

 

Kafamı kolumdan kaldıramadım lakin zaman kaybedemem. Kapıyı ittim avucumla.

 

“Esselamü aleyküm ve rahmetullah”

 

Ayağımı avludan içeri atmak istedim. Kafamı kaldırdığım an görüş yetimi kaybettim baş dönmesinden ve ayağımı kapıya çarptım. Kapının gürültüsüyle beraber yere düştüm dizlerimin üstüne.

 

“Esselamü aleyküm ve rahmetullah”

 

Ciğerlerimi dizginlerken bir taraftan dizlerimdeki tozu silkelemeye başladım. Dizlerimdeki kan üzerimdeki siyah pantolonu daha da karartmıştı. Canım yandı. Artik cidden sabrımın da tahammülümün de son noktasındayım. Otele geri dönme kararı verdim. Aheste aheste yürüyüp neyi yanlış yaptığımı düşünmek için fırsat bulacaktım. Gerçi az çok farkındayım sorunun. Çabuk pes ediyorum. Bugün harcayacağım tüm enerjiyi harcadım. Üzerimdeki bu bıkkınlık uzun sure devam edecek ve bir daha Praralala’yı aramaya çıkmayacağım. Zira umudumu kaybetmiştim artık. Pes etmiştim. Önce bir amaç belirleyip bu amaç uğruna etrafımdaki herkesi  uzaklaştırmış ardından pes etmiştim.

 

Ben bu düşüncelerle savaşırken cemaat camiden çıkmaya hazırlanıyordu. Cemaati izlerken caminin diğer yanındaki bahçe gözüme çarptı. Biraz ilerledim, bahçenin önünde durdum. Bahçe etrafı geniş tahta çitlerle örtülüydü lakin hiçbir yerinde kapı yoktu. Üst köşesinde de çitlere sıfır betonarme bir yapı vardı. Bir şeyler görme umuduyla bahçenin etrafını dolaştım. Bahçe camiye de sıfır pozisyonda olduğu için ve kapı bulamadığımdan diğer tarafı göremedim. Tahta çitlerin üzerinden atladım dizlerimdeki acıyı görmezden gelerek. Binanın etrafını tekrar gezdim. Cami tarafına geldim ve bahçeyi izledim. Gördüğüm manzara karşısında çok şaşırdığımı söylemeliyim. Zira bir mezar gözüküyordu ve mezarın etrafında üç adam vardı. Biri mezarın kenarında toprağın üstünde namaz kılıyor, diğeri mezarın kenarına mum dikmiş, yanan mumun önünde avuçlarını kavuşturmuş sessizce söyleniyor, diğeri ise sağ eliyle mezarın üzerindeki toprağı sıkıca kavramış sol eliyle de işaret parmağıyla göğü işaret ediyor. Başı hep eğik. Arkama donup betonarmeye baktım. Neredeyse ağlayacaktım. Betonarmenin üzerinde Praralala yazıyordu.

 

Mezarın yanına yaklaştım bir şeyler öğrenme umuduyla. Namaz kılan adam namazını bitirmişti lakin oturmaya devam ediyor, oturduğu yerden mezardaki otları yoluyordu.

 

“Selamın aleyküm, Allah kabul etsin”

 

“….”

 

Adam elini göğsüne koydu başını omuzlarıyla beraber eğdi gülerek. Selamıma bu şekilde karşılık verdi ve hiç konuşmadı. Diğer ikisine de selam verdim. Onlar da ayni şekilde karşılık verdi.

 

“Ne yapıyorsunuz? Burada yatan kim”

 

Alçak gönüllülükle gülerek karşılık verdiler yine hiç konuşmadılar. Bu sırada göğü gösteren adam yerdeki yaprakları toplamaya başladı elleriyle. Mum yakan, bir mum daha yaktı, bir mum daha, bir daha… Mezarın etrafını çevirene kadar devam etti. Mum yakma ritüeli bitince kenardan küçük bir sise su aldı. Avucuyla sıvazlayarak mezar taşını yıkamaya başladı. O üç adamı izlerken arkamdan birinin yaklaştığını hissettim.

 

Adamın elinde bir süpürge vardı. Süpürerek yanıma geldi. Gülümseyerek süpürgeyi bana uzattı. Anlam veremeyerek

 

“Ne yapacağım?”

 

Dedim. Cevap vermedi. Gözleriyle süpürgeyi gösterdi.

 

“Burada kimse konuşmaz, eğer konuşmak için geldiysen aradığın yer Praralala değil.”

 

Dedi süpürgeyi uzatan adam.

 

“Neden buradasın?

 

“Bilmiyorum. Burayı rüyamda görmüştüm, böyle bir yer olduğunun farkında bile değil…”

 

Cümlenin bitmesini bile beklemedi.

 

“Kimse hiçbir şeyin farkında değil. Önemli de değil burada farkında olmaya gerek yok zira burası beşer yuvası değil. İnsani kaygılarından ayrılmış olanlar burayı fark eder. Fark ettikleri son şey Praralala olur. Sonrası ilahi.”

 

“Nasıl ilahi?”

 

“Sonrasına ilahi güç karar verir. Bak şu insanlara”

 

Mezarın etrafındaki insanları işaret etti. Onlar da başlarıyla işaret verdiler.

 

“Bu insanlar, dinin toplumları ayrıştırmadığının aksine birleştirdiğinin kanıtıdır. Hepsi kendine göre Allaha iman ediyor lakin hiçbiri diğerini öldürmeye yeltenmiyor. Praralala’ya bu insanlar gelir ve burada birbirini koşulsuz sevmeyi öğrenir. Hee sanma ki bunu biz öğretiyoruz. Hâşâ haddimiz değil. Kendileri bunu idrak ediyor yeter ki burada olabildiğince fazla vakit geçirsinler”

 

“Peki, bu Praralala nedir? Bu mezarda kim yatıyor”

 

Soruma yine gülümseyerek cevap verdi. Ardından konuşmaya devam etti.

 

“Gaip bu insanlara konuşmanın insanları kıracağını malum etti. Bu yüzden birbirleri ile dahi konuşmazlar. Lakin nasılsa çok iyi anlaşıyorlar”

 

“Peki, sen kimsin? Bu mülkün sahibi misin?”

 

“Yeryüzündeki tüm mülklerin sahibi kimse buranın sahibi de odur. Ben cami imamıyım. Her gün gelip buraları süpürürüm. Burada yaşayan insanlara yemek getiririm. Geceleri de bu mezarı beklerim”

 

Sorularıma cevap alamayacağım için artik soru sormayacaktım. Ama sanırım soruya yahut cevaba da gerek yoktu.

 

“Ama artik sen geldiğine göre bu işler senin, ben sadece yemek getireceğim”

 

Dedi ve arkasını donup gitti.

Elimde süpürgeyle kala kaldım uzunca bir süre. Sonra gözüm yerdeki toz öbeğine takıldı.’ Şuan yapılacak en iyi şey süpürmek herhalde’ diye geçirdim içimden. Yoldan geçen arabalar her yeri toz duman ediyordu. Süpürsem de toz olmaya devam edecek ama olsun. Hızlıca süpürmeye başladım. Bu sırada tan yerinin sönüşü yeryüzünü farklı renklerine boyuyordu. İnsanlar mezarın başında ibadetlerine devam ederken ben de süpürerek kendimce devam ettim ibadetime.

 

 

 

Pir Hal, Çöl

Yaşam ve ölüm bir döngüden ibaret değil mi?

Dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdim. Kanın tadı ve dudağımda acıyla irkildim. Susuzluktan kurumuş, kabuk bağlamışlardı. Üstelik bir adim atmak artik dünyanın en zor isi gibi geliyordu. Dizlerim durmaksızın titriyor, kanım aşağı çekiliyordu. Ayağım çıplak olduğundan kumun acı sıcağı yüzünden kabarıyordu, ayağımdaki acıyla yüzüm ekşiyor, yüzümü ekşitirken dudağımın aldığı şekil canımı yakıyordu. Bir kahkaha patlattım. “Bahtsız bedevinin şansına kutup ayısı düşer, bize de tavşan düştü” diye geçirdim içimden. Zira yanımda yürüyen beyaz tavşan kıpkızıl gözleriyle beni süzüyor, Etrafımda koşturarak daire çiziyor, hızlı hareketleriyle adeta benimle dalga geçiyordu. Arada bir ilerleyip ufka bakıyor ardından geri dönüp tekmil verir gibi, şahlanıp yüzüme bakıyordu. Tavsan her bunu yaptığında o bitkin halime rağmen, dudak acısı çekmemek için dudaklarımı büzerek de olsa, kendimi tutamayıp gülüyordum.

Bitap bir halde yürümeye devam ederken sağ ayağım kuma olması gerekenden daha fazla battı. Sendeledim lakin kendimi tutarak da enerjimi harcamadım. Düştüm. Kumun sıcaklığını yanağımda hissettim. Kalkacak mecalim de kalmadığından sıcak kumun üzerinde öylece yüz ustu yattım, kaldım. Üstüne üstlük tavsan da üzerime çıkmış kemerimi dişliyordu. Ölümü düşünmeye başladım. Hep ölümümün farklı olacağını düşünürdüm. Ancak bu şekilde, sıcaktan ve susuzluktan üstelik kıçımın üzerinde bir tavsan kemerimi dişlerken, değil. Ağlanacak halime güldüm tekrar. Ümidimi kaybettiğim anda hemen arkamdan maskülen bir ses “kalk ayağa” dedi.

Sağ ayağımı sürüyerek düştüğüm yerden doğruldum.

Arkaya düşen tavşanı göstererek “Mergen’le tanışmışmışsınız” dedi.

“Ayni bir tavşanda olması gerektiği gibi o da yerinde duramıyor”

“Bir ara kendisinden korkmadım değil ama alıştıkça sevimli gelmeye başladı” dedim dudaklarımı oynatmamaya çalışarak.

“Mergen’le tanıştık da henüz sizinle tanışmadık” diye de ekledim.

“Hâl derler bana oğlum. Ben kendimi bildim bileli ismim Hâl’dir. Lakin ‘kendimi bildim’ lafını rastgele söylenmişler olarak düşünme. Ben kendimi aklım erdiğinde değil, gönlüm erdiğinde bildim”

Kafam karıştı. Kafamın karıştığını belli etmiş olacağım ki belli belirsiz tebessüm etti. Bir sure sessizlik oldu. Hâl gözlerini bir şeyleri inceler gibi yere dikti. Bu sırada kendisini inceleme fırsatı buldum.

Hâl, isminin ağırlığının aksine hafif bir bedene sahipti. İnce bedeni atletikti. Saçları beyazlamıştı lakin sakallarının bir kısmı ihtiyarlığa direnir gibi yer yer siyah yer yer koyu gri renkteydi. Kemikli uzun burnu ona istisnai bir otorite katıyordu. Kirpikleri uzuncaydı ki onlar ihtiyarlığa olan direnişi kazanmış gibi simsiyah ve ok gibi gürlerdi. Zayıf bedenine rağmen omuzları genişti. Bu durum kendisine titan gibi bir savaşçı görüntüsü veriyordu. Gövdesinin dışında bacakları o kadar çelimsizdi ki neredeyse ayakta zor duruyor diyeceğim. Ki kendisi de kumda yürürken o kadar zorlanıyordu ki kuma batan ayağını adim atmak için çıkarması zaman alıyordu. Ona rağmen kumda yürümekten benim aksime zevk alıyor gibiydi.

Yürümeye devam ettim, Mergen de benimle yürümeyi sürdürdü. Hâl de bize katıldı. Hâl arada bir beni bastan aşağı süzüp belli belirsiz gülümsüyordu. Dolaylamadan konuya direkt giriş yaptı.

“Yaşam ve ölüm bir döngüden ibaret değil mi? Ne zaman düşeceğimizi bilmeden ne zaman susuzluktan kavrulacağımızı kestiremeden sadece susuz olduğumuzu bilerek ve yorgunca bu sonsuz uzunlukta kum deryasını çiğniyoruz. Yorgun da olsak biri ‘kalk’ dese kalkacağız. Lakin o kişi kalk dediği için değil. Yolda olmak zorunda olduğumuz için.

Oğlum, bu kumu çiğneyen her insan ‘izim kalsın kumda’ diye düşünüyor. ‘Kalsın ki ardımdan gelenler yolunu kaybetmesin.’ Peki ya iz bırakmak isteyen yanlış yoldaysa?”

“Öyleyse Hâl, biz doğru yolda mıyız nasıl anlayacağız?”

“Anlamayacağız. Bu kum deryasının cilvesi de bu. Yolun sonu, suyun olduğu yerdir. Suyu görmeden doğru yoldayım diyemeyeceğiz” dedi Hâl ve sordu:

“Arkana bak oğlum. Ne görüyorsun?”

“Görmem gereken şeyi… Alabildiğine kum”

Güldü.

“Bir daha bak”

“Kum tepesine çıkarken bıraktığımız ayak izleri var nokta nokta”

Başını salladı.

“Simdi önüne bak”

Önüme baktım. Gördüğüm manzaradan dolayı vahamete düştüm.

“Anlamadım” dedim dehşetimi gizleyemeden. ” Arkama bakıyorum yokuş çıkıyor gibiyim. Onum ise sonsuz düzlük. Hâlbuki fiziksel olarak da yokuş çıktığımın farkındayım. Nefesim kesiliyor, ayaklarım bedenimi taşımıyor. Üstelik önümüzde de etrafa dağılmış ayni izlerden var”

Bu bir göz yanılgısı mıydı yoksa bizim ihtiyar Hâl büyücü müydü? Bu olasılıkları irdelemeye başladım kendimce.

“Yokuş, çıktığın surece düzdür. Yolun doğru da olsa yanlış da olsa tırmanmalısın.

Yasam ve ölüm bir döngüden ibaret dedik ya, iste bu sonsuz deryaya, derya gibi insan yağar durur. Kimileri sonuca ulaşamadan ölür kalır, yerine yenileri gelir doğru yolu bulma umuduyla” dedi.

Dünyaya yolda olmak için mi yoksa doğru yolda olmak için mi geldiğimi düşünmeye başladım. Tabi bu düşünce vaziyetin içinden çıkılmaz halde sonsuz olasılığı beraberinde getiriyordu. Kafamdaki içinden çıkılmaz düşünceleri defetmeye çalıştım. Hâl de sessizleşmişti. Ufuk çıktığımız yokuşun tepe noktasından ibaretti artık.

Hâl, tepeye bir an önce ulaşmak adına yukarı doğru koşturdu. Benim koşmaya mecalim olmadığından ayni tempoda yürümeyi sürdürdüm. Hâl tepeye ulaştığında ileri doğru baktı. İçten bir kahkaha patlattı.

Hâl’in yanına tepeye ulaştım. Erinç başımı döndürdü. Gülümsemekten kendimi alamıyor. Kalp çarpıntımı dizginleyemiyordum. Hayatı boyunca âmâ yasayan bir insanın ilk görüsü gibi sanki mutluluğun ne olduğunu ilk defa duyumsuyordum. Daha önce mutlu olduğum anlar sıradan tatminlik anlarından farklı değilmiş.

Alabildiğine göl

Balıklar suyun üzerinde ahenkle kuş gibi oynaşıyorlar. Çölde olduğumu bilmesem arkamda kum deryası olduğunun bilincine varamayacağım. O denli güzel ve huzurlu. Adeta Bob amcanın tabloları gibi. Golün etrafında yer yer uzun palmiyeler yükseliyor. Golün ötesi yemyeşil çimen…

Bu huzur ne göl manzarasından, ne uzun çöl yürüyüşünden sonra su içme fikrinden ne de Mergen’in tatlılığından geliyordu. Nereden geldiğini anlamadığım bu huzuru ‘havadan herhalde’ diyerek açıkladım kendime. Bu sırada Mergen ağzını göle dayamış șılap șılap su içmeye başlamıştı bile. Ben anın mutluluğuna kendimi kapatırmış suyu unutmuştum.

Kafamdan geçenleri anlamış gibi heybesini golün kenarına döktü Hâl. Yol boyunca taşıdığı heybeden sadece tas döküldü.

‘Bir tas için heybe taşımışsın. Biz de Mergen gibi içerdik” diye geçirdim içimden.

Hızla tası kaptım ve göle daldırdım.

Golden çıkarıp ağzıma dayadım ve su dökülsün diye altından biraz kaldırdım.

Allah Allah!

Tasta su yok. Hâlbuki dudaklarıma bir damla su bile değmedi.

Tası tekrar göle daldırdım. Bu kez ağzıma götürmeden tasın içine dikkat ettim.

Tasta yine su yok!

Tekrar tekrar tası suya daldırdım golden tasa su dolduramadım. Sanki tas delikliydi bir türlü su tutmuyordu. Elimle tasın dibini sıvazladım. Hayır delik değil.

En sonunda bıkıp tası yanı başıma bırakıverdim.

Hâl sol dizini tasın yanına koydu ve diz çöktü.

“Ben sana su ikram edeyim” dedi.

Tasta sorun vardı, nasıl ikram edecek bilmesem de susuzluktan dolayı ümit ettim.

“Olur” dedim.

Artik sesim dahi çıkmayacak düzeyde bitap düşmüştüm.

Hâl tası suya daldırdı.

Tasın golden çıkışını izledim, tasta su vardı. Tası almak için ellerimi uzattım. Hâl tası bana vermedi. Doğrudan ağzıma doğru yaklaştırdı. Suyu içmek üzere kafamı tasa doğru uzattım. Suya dudaklarımı uzattım, su olduğunu hissettiğim anda lıkır lıkır içmeye başladım.

Allahım!

Suyun boğazımdan ve ardından gövdemin tamamından geçişini, geçerken çıkardığı çatırtıyı duydum. Geçtiği her noktada adeta hücrelerime hücum ediyor, bulunduğu yeri yakıp başka bir yere doğru akıyordu. Su değil sanki ateş içmiştim. Saniyeler geçtikçe gövdemdeki acı katlandı. Henüz birkaç saniye olmasına rağmen sabredemedim. Acı içinde uzunca bağırdım. Başım tekrar dönmeye başlamıştı. Gözlerim karardı, yere kapaklandım. Yan yattım ve acımı dindirir diye ellerimi birleştirip göğsüme bastırdım. Olmadı. Gözlerim doluyor. Artik kendimi tutamıyordum. Bağıra bağıra ağlamaya başladım. Yetmedi. Ellerimi dizlerimin altında birleştirdim ve dizlerimi göğsüme çektim. Ağlamamı durduramadım. Hâl yüksek sesle

“Birinci yudumda, içine ateş düştü”

Dedi.

Ben yerde kıvranırken aceleyle tası suya daldırdı. Hâl’in tası suya daldırdığını görünce bu illüzyondan kurtulma umuduyla kıvrandığım yerden doğruldum.

Hâl tası ağzıma doğru uzattı tekrar.

Dudaklarımı değdirdim. Bir yudum aldım lakin yutmadım. Normal su gibi duruyor diye düşündüm. Sevinçle tastaki suyun hepsini diktim kafaya.

Allahım!

Su, içtikten sonra adeta ağdalı, yapış yapış bir sıvıya dönüştü. O kadar tatlıydı ki çenem ilk önce uyuştu saniyeler sonra kilitlendi. Bu ağdalı yapış yapış su dişlerimin tamamının, dilimin, kısacası ağzımın tamamının çevresini kapladı ve sardı. Dilimi damağımda gezdirdim. Damağımda kaplı ağdayı hissettim. Dilimi dudaklarımda gezdirdim. Dudağımda kaplı ağdayı hissettim. Dudağımdaki acıyla haykırdım bu kez. Ağlamamı sürdürdüm.

Hâl yine yüksek sesle:

“İkinci yudumda, kelam diline yakıştı.” Dedi.

Hâl tası üçüncü kez suya daldırdı.

İçmem için uzattı. Bu kez kendimi tamamıyla teslim ettim, suyun tadına bakmadan diktim kafaya.

Su ne aci ne tatlıydı bu kez. Bildiğimiz suydu. Kana kana içtim.

Hâl:

“Üçüncü yudumda…”

Omuzlarımda titreme hissettim.

“Dokunmayın” diye bağırdım. “Su içiyorum.”

Rüzgârı tüm vücudumda hissettim. Bu sert rüzgâr ardından kum fırtınasını beraberinde getirdi. Gök kubbeden sesler yükseldi.

“Oğlum. Oğlum!” Kum ağzımın içine ve gözlerime doldu gözlerimi ovuşturdum. Gözlerimi açtığımda annem yüzüme doğru eğilmiş.

“Oğlum çağırıyorum duymuyorsun. Uyuyamadın mı?”

Uyku mahmurluğu ile cevap veremedim anneme.

“Hadi kalk yüzünü yıka kahvaltı hazır”

“Tamam, anne geliyorum”

Yataktan doğruldum. Gözlerimi yerdeki halının desenlerine kaptırdım. Bir sure inceledim. Ayak bas parmağımı halıda gezdirdim. Sonra gözüm bas ucumdaki komodinin üstünde duran içi su dolu sürahiye kaydı.

Yılda İki Gün Konuşacağım

Özlüyorum.

Seni ölmüş çocukları özler gibi özlüyorum.

Saçlarını bekletiyorum

Eski bir ahşaplıkta

Mahzenin başında da bizzat duruyorum.

Çalınır korkusuyla

Kutsal emanet muamelesi yapıyorum.

Bu vaziyetten nasil çıkılır bilmem

Beynim senden evvel hicbir dine

Körkütük sarhoş olmamış.

Benim imamlığımda hicbir cemaat

Bana ölümü teklif etmemisken

Yılda iki kez açıyorum mahzeni

Maria

Her açtığımda yüzüme,

Korkunç bir yağmur çarpıyor.

Saçını gözüme örtüyorum

Sıvazlıyorum.

Belki şifa bulurum umuduyla

Geçenlerde senin parfümünü

Duydum sokakta.

Herkesin içinde gözüme toz kaçmış gibi yaptım.

Bakır Taslı PİR Adam

Leb kapalı hep

Ağız pis

Ortalarda degil artık o eski giz

O su ki; acı ve gerçek üstü bir o kadar

Devamında ılık çöl gibi esen rüzgar.

O su ki; tatlı bir yandan yapış yapış.

İçsen kanamazsın, içmesen kalırsın susuz.

O su ki; yüzünü yırtarcasına ekşi

Üç ömür de yürüsen dünyayı

Yüzün sirke satacak

Ama içmesen mutluluk yok

Heyhat! Pir Hal.

Ben önce neydim

Șimdi ne oldum

Kanım donar mıydı ki

Simdi yanar oldum.

Heyhat! Pir Hal.

Ne çabuk çekiştirdin beni

Gördüğüm dünya rüyasından.

İnsanlık Yașlantıları

Rahatsiz olmam icin ortam tamamen rahatsızdı

Ben rahatsızdım.

Ayağım yorgana büyüktü

Üstelik bankaydım ücra bir koyuda.

Fikir alıp satardım ve aşk ve at.

Sonra uyumadığımı farkettim.

Uyuyamadığımı.

Ortam buna müsaitti

Ayağım yorgana büyük

Saat sabaha karşı dört buçuk

Ve yaşlı gözlerine gizlendigimden

Çıkması zordu

Gizlendigime göre korkuyordum.

Neden?

Ne bileyim neden!

Hayır hayır, biliyorum

Hala gidemiyorum senden

Halbuki bu uğurda nelere razıyım

SaprofHİTLER’ e yem bile olurum (Ki bu ölüm demektir)

Bu uğurda banka bile olurum

Ücra bir koyuda.

Çok ileri giderim de

Bir tutam dalgalı sac satarım insanlara

Öpülebilir avuç ici satarım

Kașınabilir bilek satarım.

Ulan sansliysam adalet bile satarım.

Siir satmak caiz degil ama

Cehennemi göze alırsam Siir bile satarım

Güzel olan her sey günah zaten

Patron Maria

Yanımdaydın

Bu kez gözlerine bakarken dehşete düştüm.

İlk defa Maria

İlk defa. Dehşete düştüm.

Bu kadar yükü taşıyamam.

Saçların yüzüme düşer

Agir gelir, belki beynim zemine bulaşır

Gözün gözüme değer

Dengede duramaz tökezlerim.

Üstüme yatamazsın Göğsün göğsümü deler.

Bana işkence etme Maria. Ben zaten senin elinden öldüm.

Kokuyorsun çünkü Hemde cok güzel kokuyorsun.

30 nisan 17 Bartın.

BİTGİN

Dadaizmi dergâhlarda anlatırım doğrudur

Bulaşık yıkarken dahi açlığımı düşündüğüm de

Bunları kimseye anlatamıyorum

Bitgin bir şekilde çay pişirirken

İlginç oruçlar düşünüyorum

Tutması en zor olan oruçlar

Aniden aklımdan atıveriyorum.

Sevmeye, konuşmaya ihtiyacım var.

Ne diyeceğimi bilemiyorum kimseye

Dünya’daki tüm cüzdanlar ateşe atılmalı

Gözler kalbin aynasıdır

Gözlerinin rengini hatırlamıyorum

Bunları kimseye anlatamıyorum.

Bitgin bir şekilde otururken taburede

Ezan okunuyor doğruluyorum

Üst üste gelmiş bacaklarımı ayırıyorum sıcak suyla

Fanzinlerde kapak göremiyorum

Bazı kızlar kulaklarındaki müziği kapatıyor saygıyla

Başımı celladımdan ödünç alıyorum altı aylığına

Ben ve başım bitginiz o daha “Bitgin”

Sanki ağaçlar kamuya kapanıyor altı aylığına

Ben yoksunluğundan “Bitgin” im ağaçlar bile “Bitgin”

Bunları kimseye anlatamıyorum.

Durum Vahim

Bu kez gittin eminim

Ufuk çizgisinde titreyen

Kaybolmuş bedeninin gölgesini

Görüyorum

Her an suçlasalar da

O gülümseyişi unutmuyorum

Suçlayan gözlerini

Sen hep haklıydın

Ben hep suçlu

Biliyorum

Keske biraz ideolojik konuşsaydık

Birbirimize

Adice de olsa konuşacak bir şeyimiz

Olurdu

Şimdi sen uzaktasın ben uzakta

Vaziyet huzursuz. Ben de

Durum vahim

Titrek başladı donuk bitti

Hızlı başladı çabuk bitti

Geç başladı erken bitti

Durum vahim cancağzım

Başladı, bitti.